Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı
image

Ali Emîrî Efendi, Dîvânu Lugati’t-Türk’ün satın alınma hikayesini Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nın 13 Teşrinievvel 1338 tarihli 3. sayısında kaleme aldığı “Millet Kütüphanesi Ne Suretle Teşekkül Eyledi” başlıklı yazıda şöyle anlatır:

İşitildiğine göre bu kitap sabık Maliye Nazırı Vânîzâde Nazif Paşa merhumun imiş. Bir zaruret üzerine aileleri tarafından Burhaneddin Efendi namında bir zata satmak için verilmiş. O da eski Meclis-i Ayan Reisi, ilim sahibi kimselerden Mustafa Asım Efendi hazretlerine götürmüş. Asım Efendi biraz inceledikten sonra, “Bu kitap Türklerin yeryüzünde oturdukları yerlerin haritasına ve yazılarına ve şiirleri ve eski eserlerine dair dokuz yüz senelik pek nadir bir kitaptır. Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götür, bu kitabı mutlaka alsın, sakın başka yere satma” demiş. Burhan Efendi de Emrullah Efendi’ye götürmüş. Emrullah Efendi bir tezkire ile kitapçıları toplayıp kaç kuruş fiyatı olduğunu, araştırılıp bildirilmesini Kütüphane-i Umumi Müdiriyeti’ne yazmış. Bazı kitapçılar toplanıp kitap gösterilmiş. Kitapçılar demişler ki “Eğer İstanbul fiyatını soruyor iseniz bunun kıymeti iki liradır. Eğer Avrupa’ya göndermek şartıyla satar iseniz yirmi lira kızıl altına alırız.” Vaziyeti anlatmak için birkaç gün ve birkaç defa Maarif Nezareti’ne giderler ise de Emrullah Efendi’yi bulamazlar.

Benim bu meseleden asla haberim yoktu. Bir gece Diyarbekir Kıraathanesi’nde oturuyordum. Burhan Efendi geldi. Kitabın muhtevasını anlattı. Dünyada Türklere dair böyle bir kitap bulunduğuna ihtimal vermediğimden bana rüya ve hayal gibi göründü. Burhaneddin Efendi Arap kavminden olduğundan ve o kitabın her bir Türkçe ibaresinin yanında Arapçasının da bulunduğundan bahsedince söylenilen sözleri uydurmak mümkün olamayacağından şaştım kaldım. Kitabı görmek istedim, yarın akşam getireceğini vaat etti. Ertesi gece erkenden Diyarbekir Kıraathanesi’ne gittim, saatlerce oturdum. Gelen giden yok. Kâh kitabı Maarif Nezareti’nin aldığını, kâh böyle bir kitabın gerçek olamayacığını düşünür dururdum. En ziyade korktuğum, Maarif Nezareti alırsa arasından bazı cahillerin yaprak koparması ihtimalini de göz önünde bulundurarak üzülmekteydim. Herkes dağılmaya başladı, ben de gitmeye hazırlandım. Mevsim kış ve hava soğuk idi. Bir de elinde büyük bir kitap olduğu halde Burhan Efendi içeriye girmesin mi? Gelip karşımda oturdu, buyurunuz, bakınız, dedi. Bir de bakayım Türk lisanına, Türk şiirine, Türk atasözlerine, Türk illerinin haritasına, Türk bayraklarının resmine, eski Türk yazısına dair Abbasi halifeleri zamanında yazılmış bir kitap! Ve hatta Amerika’nın keşfinden dört-beş yüz sene kadar evvel yazıldığı halde Cebelika namıyla Amerika da mevcut. Sevincimden adeta çıldıracağım. Fakat asla temkinimi bozmuyor, bayağı bir kitabı okuyormuş gibi davranıyordum. Kitaba mümkün olduğu kadar göz gezdirdikten sonra Burhan Efendi’nin, “Nasıl Efendim, kitabı beğendiniz mi? Kitapçıların tahmin etdikleri yirmi liraya verelim mi yoksa daha ziyade değeri var mıdır?” sualine cevaben “Yirmi lira pek münasip, hemen veriniz.” dedim. Kalkıp giderken, “Şayet Maarif Nezareti almazsa sakın başka yere götürme, bana getir, ben sana ayrıca üç lira bahşiş de veririm.” dedim. O güne kadar böyle bir sözü ağzıma almamıştım. İşte o gün mecbur oldum. Ondan üç gece sonraya kadar ne gecem gece ve ne de gündüzüm gündüz. Fakat bir şey ile teselli buluyordum; her gece Burhan Efendi kıraathaneye gelir, bugün Maarif nazırını yerinde bulamadıklarını haber verirdi. Dördüncü akşam Burhan Efendi tam bir hiddetle kıraathaneye geldi. Dedi ki: Bu gün Maarif nazırını yerinde gördüm, kitaba kitapçıların yirmi lira değer biçtiğinden bahsettim ve Kütüphane-i Umumiye’den yazılan cevapnameyi verdim. Cevaben büyüklenerek ne söylese beğenirsiniz? “Haydi haydi, yirmi liraya ben bir kütüphane dolusu kitap alırım. Kitabını götür de o fiyat ile nereye istersen sat.” Ben de hiddetle kitabı alıp dışarıya çıktım. Hemen doğruca Beyoğlu’na gidecek Maarif nazırına, Frenklere kitabın kaç kuruşa satıldığını gösterecektim. Fakat sana olan vaadim hatırıma geldi. Bugünlük gitmedim. Sahibi otuz lira istiyor. Eğer otuz lira verirsen yarın kitabı sana getireyim, dedi. Göstermelik birtakım anlaşmazlıklardan sonra, yarın kitap bize getirilirse uyuşulacağını ümit ediyorum, dedim.

Halbuki o sırada evimde bulunan para yirmi liradan ibaretti. Çemberlitaş’da bir Rum sarraf var idi. Her vakit alışveriş ederdim. Sabahleyin gittim, on lira istedim. Bir ay sonra vermek için maaş cüzdanımı karşılık bırakayım, dedim. Ben zanediyordum ki; “cüzdanı bırakmaya ne hacet. Bir iki lira faizle derhal buyurun efendim” deyip on lirayı verecek. Eline kalem alıp bir şeyler hesap etti. Nihayet, iki ay sonra verilmek şartıyla istediğiniz şu on liraya beş lira faiz vereceksiniz, dedi. Sözün kısası her kime müracaat ettim ise on lira bulamadım.

Üzgün bir halde evime döndüm. Biraz sonra kitapla beraber Burhan da geldi. Pek düşünüyor ve kitaba bakıyordum. Düşündüğüm; o tarihe kadar hiç kimseye Cenab-ı Hak, “Param yok!” derdirtmemiş iken, “Şimdilik param yokdur, on lira borcum kalsın.” demeye utanıyordum. Haydi cesaret edip söyeleyeyim, mazeret bildirip kabul etmezse benim için daha zor bir durumdu. Ben buralarını düşünmekte iken kapı çalındı. Bir de bakayım ki merhum Faik Reşad Bey’dir. Hemen kapıya koştum. Merhum içeriye girince ilk sözüm, “Beyefendi üzerinizde on lira var mıdır?” oldu. Üzerimde yok ama evimde vardır, ister isen gidip getireyim, dedi. Haydi durma, git getir ama çabuk gel, dedim. Bu telaşın sebebini sordu. Şimdi söyleyemem. Git de gel sonra anlarsın, cevabını verdim. Yukarı çıkıp bir geniş nefesle, işte yirmi lira, on lirası şimdi gelecek. Otuz liraya sattığına dâir ilmühaber yaz, dedim. Burhan ilmühaberi yazdı. Çok sürmeden Faik Reşad Bey de on lira ile geldi. Burhan otuz lirayı alınca, “Efendim bu, kitabın bedelidir ya bana vaat ettiğiniz üç lira nerde?” demesin mi! Dedim ki “Ey Burhan, görüyorsun ki borç alarak ödedim. Beş param kalmadı. Her aylık aldığım vakitlerde gel, her ayda bir lira vermek suretiyle öderim.” Razı oldu ve öylece ödedim.

Burhan giderken kitabı otuz liraya aldığıma dair benden bir vesika istedi. Sebebini sorunca “Emrullah Efendi’nin, haydi haydi, yirmi liraya ben bir kütüphane kitap alırım, sözü bana pek dokundu, götürüp göstereceğim” dedi. Yazıp verdim. Akşama yakın Divanyolu’nda geziniyordum. Maarif Nezareti’nden iki zat çıktı; müfettişlerden imişler. Biri diğerine beni göstererek bir şey söyledi. Her ikisi de yanıma geldiler. O zat bana “Emîrî Efendi siz misiniz?” dedi. Evet cevabını alınca “Efendim o kitapta ne meziyet gördünüz de otuz liraya aldınız?” demesin mi! Cevaben “Sizin gibi maarif memurlarının fikrine göre o kitapta beş kuruş kıymet yoktur. Onu böyle kıymetli bir fiyata ancak Emîrî gibi bir ahmak alır” cevabını vererek savuştum.

Anlamalı halimizi ki Emrullah Efendi gibi maarif için çalışan bir bilgin zannettiğimiz bir zat bir kitabı yirmi liraya almadığı halde bir iki sene sonra yine o Maarif Nezareti bu kitaptan dolayı vaki olan hizmet için bana üçyüz altın teklif eyledi.